![Sevgi Borcu / Kısa Bir Öykü](https://www.mkoc.net/imgs/950x534x2/sevgi-borcu_3.jpg)
SEVGİ BORCU
Mesleğimin ilk yılları… Bir güney doğu ilinin uzak bir köyünde, beş sınıflı bir okulun ilk ve tek öğretmeniydim. Şubat ayı başlarıydı, her yer karlarla kaplı ve okullar karne tatiline giriyordu.
Dönem sonu meslek toplantısı için şehre çağrılan ve çeşitli yerlerden toplanıp gelen onlarca öğretmen, büyük bir salonu doldurmuştuk. O kalabalığın arasında, salonda bir yer bulup oturmak için dolaşırken tuhaf bir şey oldu. Mavi mantolu bir öğretmenle aniden göz göze geldik. Bana doğunun bu soğuk şehrinde memleketimin sıcak denizlerini hatırlatan iki mavi göz, bir anda toplantının gündemini unutturdu. İkimiz de öylece bakışıp kaldık. Ama ağzımızdan bir kelime bile çıkmadı. Bakışlarımız kilitlenince benim gibi o da utanarak kalabalığın arasında kaybolup gitti.
Bir yer bulup oturduğumda, mavi mantolu öğretmenin de yan tarafta iki sıra önde oturduğunu gördüm. Sol tarafa baktığında göz göze gelecek kadar yakındık. Sağında solunda şakalaştığı birkaç arkadaşıyla gülüşüp duruyorlardı. Keşke görünür yerde olmasaydı. Toplantı oturumu başladığında da gözlerim hep onun üzerindeydi. Az sonra solundaki arkadaşına dönerek bir şeyler anlatırken bir anda ona baktığımı fark etti. Gizli bir tebessümle bir iki kere daha dönüp baktı.
O gün ne onun peşine düşecek bir ortam vardı, ne bu gözleri kovalayacak zaman ne de ona bir iki cümle edecek cesaretim…
Keşke öğretmen olmasaydım diye düşündüm. O zaman daha özgür davranabilirdim belki. Herkesin gözü önündesiniz; duruşunuza, oturup kalkmanıza, ilişkilerinize dikkat etmek zorunda hissettiğiniz bir göreviniz var. Bu yüzden toplantı çıkışında onunla iletişim kurabilmek için biraz cesarete ihtiyacım vardı. Yirmili yaşların başında utangaç yapılı bir genç için böyle bir ortama çözüm üretmek o kadar kolay değildi. O yıllarda sosyal ilişkiler bugünküyle kıyaslanamazdı. Ne cep telefonu vardı, ne sosyal medya ne de toplumsal bir hoşgörü ortamı…
Salondan çıkarken kalabalığın arasında o da benim gibi düşünmüş olacak ki ayakta beklerken bir yolunu bulup önümden geçti; sonra da gülümseyerek kalabalığa karışarak çıkıp gitti. Belki de son defa bakışmıştık.
Hepimiz, kendi bölgemize dağılmak üzere toplantı salonunun hemen ilerisindeki köy garajlarına doğru yürüdük. Bütün dolmuşlar tıklım tıklım doluydu.
Ertesi gün okullarımızda karne tatili başlıyordu. Herkes gibi ben de hemen köye dönmeyi düşünüyordum. Eşyalarımı toplayıp bir an önce memlekete gitmek istiyordum. Gruptaki arkadaşlarla vedalaşıp Akbudak yönüne gidecek dolmuşu buldum.
Akbudak, ilçenin en uzak köylerinden biriydi. Arka kapıdan binip kapının önündeki boş koltuğa oturdum. Araba, yollarda inecek olanlarla birlikte hemen hemen doluydu. Ön tarafta boş yer bulur muyum diye ayağa kalkıp bakınca ne göreyim? Mavi mantolu öğretmen ön tarafta oturuyordu. Elinde bir gazete vardı. Yanındaki arkadaşıyla gazeteye bakıyorlardı.
O sırada dolmuşun şoförü Şeyho, kapıdan içeri bakarak yolcu sayısını gözden geçirdi. Arka sıralarda beni görünce selam verdi. Her zaman son durakta indirdiği yolcuyu tanıyordu tabi.
“Hocam siz de mi varsınız? Ön tarafa gelin, şurada bir kişilik yer var.”
Ne diyeceğimi şaşırdım.
“Olur Şeyho, geleyim” dedim, teşekkür ettim. Tam da Mavi mantolunun yan tarafındaki bir kişilik yere oturdum. Yanımda tanımadığım bir köylü vardı, ben gelince cam kenarına çekildi.
Mavi mantolu kız, sol tarafımdaki koltuktaydı ve aramızda sadece koridor vardı. Ben onun sağ yandaki koltuğa otururken o dönüp bakmadı bile. Arkadaşıyla birlikte hala gazeteye odaklanmışlardı. Ellerinde bir de kalem, merakla bulmaca çözdüklerini anladım.
Üstümdeki şaşkınlığı atmaya çalışırken yanındaki arkadaşı, “Bak, kim var” der gibi onu hafifçe dürttü. Başını kaldırıp bakınca bir kere daha merakla bakışıp gülümsedik. Kısacık zaman içinde bir çift mavi gözün bakışı beynime kazınmıştı. Gözlerimi yere eğdim, Van gölüne düşüp boğulacağım sandım. O da şaşırmıştı, ama benden cesur davrandı. Nazikçe;
“Merhaba, siz de buradasınız, hangi köye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Adını bile bilmiyordum ama bütün gün beynimi dolduran biriyle böyle karşılaşmak da olacak şey değildi. Çok heyecan verici bir durumdu benim için.
“Merhaba hoca’nım, Çiftekoz’a gidiyorum. Ya siz?”
“Aynı tarafa gidiyoruz, ben de biraz berideki komşu köydeyim.”
“Ne tesadüf!”
“Evet öyle” derken arkadaşıyla gülüştüler. Bu gülüşmeyi hiç de önemsememiş görünerek;
“Tatile çıkıyor musunuz yarın?” diye sordum.
“Evet, yanımdaki arkadaşım Zeynep hoca, birazdan onun köyünde ineceğiz. Yarın da onunla birlikte köyden yarılacağız.”
“Nerelisiniz?”
“Ben Mardinliyim, Zeynep Sivaslı, Şarkışla’dan… Siz nerelisiniz?”
Söyledim, ama aklımda çok soru birikmişti:
“Daha önce hiç karşılaşmadık. Adınız ne, sorabilir miyim?” diyebildim.
“Sıla” derken ikisi birden bir daha gülüştüler.
Bu muzipçe gülüşmeden asıl adının bu olmadığını düşündüm. Hiç beklemeden gülerek cevap verdim:
“Ben de Gurbet… Memnun oldum Sıla hanım” deyince kahkahayı bastılar.
“Çok şakacısınız, evet ben de şaka yaptım zaten ama adımı artık siz bulun, ”Sıla’daki harflerle yazılıyor.
Bu kez ben bastım kahkahayı:
“Bulmaca çözmeyi seviyorsunuz. Bu da bir bulmaca gibi olmadı mı?”
“Öyle oldu ama bugünkü karşılaşmanın anısına böyle tanışmış olalım.”
Bu söz beni rahatlattı. Benim kadar o da bugünün farkındaydı.
“Teşekkür ederim, adınızı buldum ama söylemem” dedim.
“Hadi söyleyin lütfen!”
Kolayca bulmuştum adını, ama ısrar ettiği için bilerek yanlış şeyler söyledim.
“Isla”
“Hayır”
“Asıl”
“Hayır…”
Doğruyu söylemeyecektim;
“Salı” diye devam etim.
Büyük bir kahkaha attı ve;
“Hayıııır! Bilemedin” diyerek uzun uzun güldü.
“O halde tatil dönüşü maaşları almaya gittiğimizde ilçede buluşup söyleyeceğim.” dedim.
“Tamam, öyle olsun, ama siz de söyleyin adınızı.”
“Talan” dedim, bu kez hep birlikte gülüştük.
“O zaman siz de benimkini bulun geldiğinizde…” diye noktaladım.
Bu eğlenceli oyun bitince şoförü uyardılar;
“Bizi ilk köyde indirir misiniz?”
Az sonra batmakta olan Güneşle birlikte bir anda inip gittiler. Mavi manto da ona çok yakışmıştı. Zaten aklımda bir çift mavi göz ile o gözlerle çok uyumlu mavi manto kalmıştı. Rahatlığı ve özgüveni, güçlü bir kişiliğe sahip olduğunu düşündürüyordu. Bugün üç kere yoluma çıkan, ama her defasında bir güvercin gibi uçup giden bu kızı yine görebilecek miydim, bilmiyordum.
Ama ona ulaşmanın o kadar kolay olmayacağına dair de bir hisse kapıldım. Her halde bundan olmalı; gerçek adının Aslı olduğunu sandığım bu gizemli kız benim için belki de bir hayaldi. Bu nedenle ona ben de Hayal adını vermiştim. Çünkü birkaç saat içinde ortaya çıkıp adeta bir hayal gibi geçip gitmişti. Nitekim o zaten hiçbir zaman gerçek olmadı ve aklımda hep bir hayal olarak kaldı. Hem de çocukça bir hayal…
Tatil bitti ve okullarımıza geri döndük. Tatil dönüşü maaş gününde onu görmek ve adını bildiğimi yüzüne söylemek için ilçede merakla beklesem de Mavi mantolu Aslı’yı bir daha göremedim. Arkadaşıyla da karşılaşamadık. Bir süre sonra İlköğretim Müdürlüğünden şunu öğrendim:
Adını doğru tahmin etmişim. Aslı öğretmen, memleketinden Eğitim Müdürlüğüne uzun süreli bir sağlık raporu göndererek artık görevine dönemeyeceğini söyleyip kayıplara karışmıştı. Sadece tedavi için acele yurt dışında gitmek zorunda kaldığını biliyorlarmış. Nereye gittiğini ve ne durumda olduğunu bilen kimse yoktu. Kime başvurduysam bir bilgi alamadım.
Adeta vurgun yemiştim. Çok üzülmüştüm. Bir bakışa neden bu kadar bağlandım, bu durum neden içimde böylesine derin bir sızıya yol açtı, hala bilemiyordum. Bir şekilde bir haber alabilir miyim diye her defasında idareye uğruyordum. Ne yazık ki Hayal’imden, mavi mantolu kızdan hiçbir haber yoktu.
***
Aradan birkaç ay geçti. Bir sabah muhtar, elinde bir mektupla çıka geldi. Zarfı açıp baktım. Aslı’dandı. Yüreğim küt küt atıyordu. Çok kısa bir not vardı. O da benim adımı çözmüştü:
“Altan Merhaba,
Ben Aslı. Hani sana ilk tanışmamızda adını bulmaca gibi söyleten deli kız! Seni tanımam, benim için bir şanstı belki ama hayat bunu sana da bana da çok gördü. Şimdi çok hastayım, yüzüme söylemeseler de kısa bir ömrümün kaldığına inandım.
Nedenini bilmiyorum, aklımda bir tek sen kalmışsın, bir tek sana hesap verme ihtiyacı duydum. O gün hiç böyle şeyler konuşamasak da sana kanım kaynamıştı. Yüzündeki sıcaklık ve doğallık bana güven vermişti. Orada söyleyemesem de seni yakından tanımaya karar vermiştim. Tatil dönüşü için hayaller kurmaya başlamıştım bile. Biliyorum ki sen de böyle düşünüyorsun; bu yüzden birbirimize sevgi borcumuz vardı, yarım kaldı. Talihsiz arkadaşım, eğer cennet varsa orada bulurum seni; hakkını helal et! Aslı…”
Hayat bu kadar mı acımasız? Bu acı haberle bir kere daha sarsıldım. Derin bir üzüntü içindeydim. Elimdeki kısa mektupla öylece kaldım. Kurduğum hayaller bitivermişti. Her hayal gerçek olmaz belki ama hiçbir hayal de bu kadar kolay kolay uçup gitmemeliydi.
Şaka gibiydi hayat; ben gerçekten Sıla’nın Gurbet’i olmuştum. O da Gurbet’in Sıla’sı...
Hani derler ya; hayat zaten önünüze bir insanı çıkarmışsa bunun mutlaka bir nedeni vardır. O insan sizin ya sevdanız olur, yolunuz kesişir; ya dersiniz olur, size bir şeyler öğretir; ya da derdiniz olur, sizi üzer.
Gerçekten Aslı da işte benim için öyle oldu. Belki sevdam olacaktı, aniden kederim oluverdi ve böylece hayat boyu hayalim olarak kaldı. Mavi Mantolu Hayal’im…
Bir de hayallerinizin peşinden koşun derler. Koştuk da ne oldu?
Elimde bir çift mavi gözün hayali kaldı işte…
***