Pandemiden Kaçarken
(Dostlarıma ve Arkadaşlarıma Ahmetler'den Mektup)
Acaba köye ve üretime dönüş başlar mı?
İki yıldır sürüp gelen ve bütün dünyayı saran salgın (pandemi), hepimizi etkiledi. Alışkanlıklarımız, dostluk ilişkilerimiz, sosyal yaşamımız alt üst oldu.
Okullar kapandı, çocuklar okullara, öğretmenlerine uzak kaldı, işyerleri kapandı, bilemediğimiz milyonlarca insan işinden oldu. Dostlarımızla yüz yüze bir kahve içmeyi, merhaba demeyi unuttuk, sarılmayı, sevdiklerimizle, arkadaşlarımızla yüz yüze, göz göze gelmeye hasret kaldık. Sosyal medya da olmasa neredeyse toplu yaşama yabancılaşıyoruz.
Özel olarak kendi yaşamımda öğrencilerden hiç bu kadar uzak kalmadım diyebilirim. Onların sevgisi hissetmeyi, onlara arkadaş olmayı özledim, meslektaşlarımı, bir aile havası yaratmaya çalıştığımız okulumuzu, velilerimizi özledim.
Geçen nisan ayında “sosyal mesafe” kuralını biraz abartarak Festikandaki yayla evine yerleşmiştik. Meğer çok uzak gitmişiz. Kış yaklaşınca oradan ayrılıp yine şehre kapanacaktık. Çocuklarım; “Burada çember daralıyor, sizi daha güvenli bir yere gönderelim” dediler. Biz de son sığınağımız baba toprağına Ahmetler’e geldik. Burası benim hayatımda çok derin izler bırakan özel bir coğrafya. İlk çocukluğum burada geçti. Herkes biraz da çocukluğunu yaşadığı coğrafyanın eseridir. Sizler de öylesiniz. Her ne kadar zamanla kentli olsak da ben kendimi daima Torosların çocuğu olarak hissettim. Henüz on, on iki yaşlarındayken köyden ayrıldım, ama bu coğrafyanın ruhumuza, belleğimize kazıdığı izleri de yanımda götürmüşüm.
Öğretmen okulundayken ülkenin dağını, taşını, suyunu, deresini ve hepsinden önemlisi bu yurdun insanını sevmeyi öğrettiler bizlere. Bu nedenle hem bu ülkeye hem de doğduğum topraklara karşı kendimi daima borçlu saydım. Pandemi nedeniyle Ahmetler’e gelince de bunları hissettim. Bir bakıma tayinim Ahmetler’e çıktı. Bir tür pandemi ataması oldu benimki. Kardeşlerim yaptıkları inşaatın bir katında da benim oturmamı isteyince onlara katıldım. Böylece beni buraya bağlayacak yeni bir gerekçemiz daha oldu.
Ahmetler, Akdeniz’e biraz yükseklerden bakan bir orman köyü. Çok gerilere giden, 600 yıldan fazla uzun bir geçmişi ve harika bir coğrafyası var. Ben buraya hep “Akdenizdeki Karadeniz” diyorum. O kadar çok gezilip görülecek yerler var ki burada insan asla sıkılmıyor. Güzel havalarda emekli öğretmen Ali Varol’la birlikte ara sıra farklı yerlere yürüyüş yapıyoruz. Bu geziler benim için hem bir sağlık yürüyüşü hem de bir fotoğraf çekme şöleni oluyor. Burada gördüklerimi arkadaşlarım, dostlarım da görsün diye çokça paylaşıyorum.
Bir öğretmen arkadaşım, sevgili Ali Sargın mesaj yazmış: “Yıllarca Güneş, Güneş diyerek bize Güneş’i sevdirdin; şimdi de “Ahmetler” diye diye Ahmetler’i sevdiriyorsun” demiş. Ben sevdiğim şeyleri ve sevdiğim yerleri arkadaşlarımla paylaşmayı seviyorum. Ama Ali’ye teşekkür ediyorum, yurdumuzun her yeri güzel ama buralar da sevilmeyecek yerler değil. HES döneminde köyün sözcüsü olarak yaptığımız etkinliklerle Ahmetler’i zaten bütün Türkiye tanımıştı. Yurdun dört bir yanından gelen çevre ve doğa dostları Ahmetler Kanyonundaki uyduruk HES projesinin iptal edilmesine destek olmuştu. İyi ki o HES belası engellendi ve biz bugün Ahmetlerdeki üretimi konuşabiliyoruz.
Köyde çok az insan kalıyor, onlar da bağ bahçe işleriyle ve hayvancılıkla uğraşanlar. Köyde bir imam var ama cemaat yok ki. Vakit namazları iki, üç kişiyle kılınıyor. Önceki hafta amcamı kaybettik, cami cemaati bir eksildi. Okul zaten kapalı ve öğretmen yok, taşımalı eğitim var. Burada bugüne kadar sadece üç beş tane çocuk gördüm. Hatta köylülere; “Çocuk varsa toplayın, onlara biraz Hayat Bilgisi dersleri vereyim” dedim ama çocuk yok. Oysa ben öğretmenliğim sırasında bu köyde tek başıma 70’ten fazla öğrenciyi okutmuştum.
Benim çocukluğumda burada kalabalık bir yaşam vardı. Buna bağlı olarak daha çok küçük baş hayvan beslenir daha çok üretim yapılırdı. Sonradan Türkiye’nin başına gelen büyük felaketlerden biri Ahmetler’e de geldi ve köyden kente göç başladı. Belki yeterli üretim alanı bulunmayan Ahmetler’den kente taşınmak o kadar da şaşılacak bir şey değil. Ancak bütün ülkede benzer bir göç dalgası, köylüyü üretimden kopardı. Köylüler, kentlerin cazibesine kapılarak tarlalarını bırakıp turizm işçisi olmuşlar. .Zaten artık köylerin adı da mahalle oarak değiştirildi.
Tarıma ve hayvancılığa desteğini çeken devlet, ithal tarım ürünlerinin köylere bile girmesine seyirci kaldı. Çünkü üreticilerin ürünleri para etmezken devletteki yapılanma üreterek değil ticaretle kazanmayı teşvik etti. Adım başı çoğalan bu AVM’ler bu nedenle açıldı zaten. Böyle olunca bir ürünü üreten değil onun ticaretini yapanlar kazanmaya başladı. Bu durumda köylü neden üretsin ki…Tarımsal nüfus azaldıkça işte gördüğünüz gibi üretim de çöktü.
Bu göçün sonuçlarını hep birlikte yaşadık. Üstelik çiftçiye verilen destekler çekilip girdilerin fiyatları yükselmeye başlayınca hayvancılık da tarım da sanayi de büyük yara aldı. Bülent Ecevit’in “Köykent” projesi desteklenmediği için köyden kentlere akını önleyemedik. Böylece hepimiz dünya tekellerinin korunaksız müşterileri haline geldik. Köyleri kent gibi geliştiremeyince kentleri adeta köylere çevirdik. Her kentin süslü ve bakımlı ana caddelerinin arkasında sayısız köyler, yani “kent köyler” oluştu.
Öyle sanıyorum ki pandemi dönemi derslerle dolu geçiyor. Bu dönem; üretimin gücünü, bilimin ve teknolojinin önemini, okulların değerini herkese öğretti. Eğer hala bunu öğrenemediysek bir daha öğrenmemiz çok zor olabilir. 30 yıl önce kendi ürettiğiyle yaşayabilen bir ülkeye, şimdi saman dahil dışardan gireyen hiçbir şey kalmadı.
“Bir musibet, bin nasihatten iyidir” derler. Dileyelim ki bu pandemi musibeti aklımızı başımıza getirir ve yeniden üretime döneriz. Bunun bir siyasi tercih olduğunu bildiğim halde yaşayıp gördüklerimize bakarak umutsuz değilim. Nitekim toprak yoksunu ve orman köyü Ahmetler’de bile ciddi tarım işletmeleri açılmaya başlanmış. Köylüler DSİ’nin yapacağı işi kendileri yapıyor ve köy derelerindeki boşa akan suları plastik hortumlarla 5-6 km aşağılara taşıyorlar. HES mücadelesi öneminde DSİ ileri gelenlerine, arabaları durdurup bu hortumları gösterirken şöyle demiştim:
“Bakın, bu insanlar hortumlarla kaç kilometreden su getirip sebze meyve üretmeye çalışıyorlar. Ama sizler (DSİ), yani devlet olarak bu insanlara sulama tesisi vereceğinize onların derelerine HES yapmaya izin veriyor, yanı başlarındaki suyu ellerinden alıyorsunuz.”
Köye geldiğim günlerde evin kapısının önüne bir kova mandalina ve patlıcan bırakıldığını görüp şaşırmıştım. Bunları pazardan alıp getirmeyeceklerine göre sonradan anladım ki köyün aşağı taraflarında mandalina da yetişiyor. İşte bu zor koşullarda bile köylüler birçok kaliteli ürün yetiştiriyor. Ahmetler’in balı, peyniri dışında organik ürünleri; domatesi, elması, inciri, üzümü de Manavgat pazarında marka olmuş.
Pandemiden sonra kısmen köye dönüş başlayacak gibi bir izlenim edindim. Bana şaka yollu; “Sen buraya geldiğine göre bundan sonra köye dönecek olan çoğalır” diye takılanlara inanmasam da genel olarak ülkede bir üretime, toprağa dönüş işaretleri olduğu görülüyor. Umarım her yerde öyle olur ve ülkemiz Afrika’dan muz, Şili’den elma, Bulgaristan’dan saman getirtmekten kurtulur.
Antalya’yı Güneş Kolejini, öğrencilerimizi ve bütün arkadaşlarımı özlesem de Ahmetler’de “maskesiz” bir doğada yaşamaktan mutluyum. Ahmetler’de yaşamaya başladıktan sonra gördüğüm bazı eksikleri ilgililerle paylaşmaya çalışıyorum. Okuyorum, yaeni kitaplar yazmaya çalışıyorum. Bu dönem bittiğinde göreceksiniz pandemi edebiyatı da ortaya çıkacak ve yeni bir dünyaya uyanacağız. İnternet de bağlanınca yönettiğiö internet sitelerine de yazılar hazırlayabiliyorum. Ama burada en çok sevdiğim iş, soba yakmak... Çıra kokusunu bile özlüyormuş insan.
“Maskesiz, mesafesiz”, güzel günlerde görüşebilme umuduyla...
Sağlıcakla kalın!