O ÇOCUĞU ÇOKTAN AFFETTİM AMA…
Mustafa KOÇ
İlk kez şehre indiğimde bir kentli çocuk, elimdeki bayrağı alıp kaçmıştı.
Sonradan anladım ki hayat da adeta bir bayrak yarışı…
Henüz on bir yaşındaydım. Ahmetler’den ilk kez dışarı çıkıp öğretmen okuluna gittiğimde hayatın önümüze hangi seçenekleri sunacağının elbette farkında değildim. İşte bir köy okulunda, iyi kötü okuma yazma ve dört işlem öğrenmiş bir köylü çocuğusunuz ve hayatınızda ilk kez bir şehir görüyorsunuz, ilk kez arabaya biniyorsunuz; köyünüzde görmediğiniz neler var neler… Ama gördüğünüz her şey sizin için yepyeni bir dünyayı da anlatmaktadır. Şaşırmadım desem yalan olur.
Öğretmen Okulunun ilk yılında; ilk Cumhuriyet Bayramında belki de ilk kez Aksu’dan Antalya’ya gitmiştim. Yollarda karşılaştığım bazı çocukların elinde kağıt bayraklar vardı. Demek buralarda çocuklar bayramı böyle kutluyorlardı. Ben de imrendim. Oradaki çocukların bayram sevincine katılmak için 25 kuruşa tahta çıtaya yapıştırılmış Atatürklü bir Türk Bayrağı aldım. Daha önce böyle bir bayrağım da olmamıştı bu yüzden bu bayrakla çok daha mutluydum.
Elimdeki bayrakla, şimdiki Belediye İşhanı’nın önündeki su arığından atlarken karşıdan bir çocuğun bana doğru geldiğini gördüm. O yıllarda şehrin içinde Yedi Arıklar denen dere gibi arık suları akıyordu. Bu arıklardan biri de tam işhanının yanından geçiyordu. İşte o arıktan atlayıp karşıya geçtim. Çocuk, yanımda durdu; cin gibi bir çocuktu… Aceleyle ve heyecanlı bir sesle;
“Bu bayrak senin mi?” dedi.
“Evet, ne olacak?”
“Bana ver de bir bakayım; hemen geri getireceğim.”
“Peki al öyleyse…” dedim.
Aldığı gibi uçtu gitti... Ben bekleye durayım; o kentli çocuk, o bayrağı hala getirecek!...
***
Sonradan anladım ki hayat da adeta bir bayrak yarışı… Bu yarış, sadece bayrağı bir yere dikmek değil; aynı zamanda bayrağı koruyabilmek anlamına da geliyor. Elimdeki bayrağa bakmak isteyene karşı benim yaptığım belki çocukça bir saflık. Ama bayrak yarışını ilk gün kaybetmiştim. Bugün de olsa paylaşmak adına aynı şeyi yine yapabilirim. Ya o çocuğun yaptığına ne demeli? Akıllılık mı, uyanıklık mı, çocukluk mu yoksa hırsızlık mı? İşte bunu bir türlü anlayamadım; ama haksızlık olduğu kesin.
Paylaşmak belki de bizi insan yapan, birlikte yaşama kültürünün en doğal sonucu. Çünkü insanlar tek başına ve kimsesiz bir şatoda yaşamıyorlar. Toplumsal hayat bizi insanlaştıran, ilkellikten uzaklaştıran biraz da uygarlaştıran bir yapı. Gerçekte insan biçiminde doğduğumuz için değil, toplum içinde yaşadığımız için insanız.
Biz paylaşarak, sahip olduğumuz şeyleri arkadaşlarımızla ortak kullanmayı öğrenerek yaşamıştık ve bunun hiçbir zararını da görmemiştik.
Ancak sahip olduğumuz şeyleri başkalarıyla paylaşma düşüncesiyle, başkalarının elindekilere göz koyarak yaşama duygusu insanda nasıl oluşuyor; bir eğitimci gözüyle hala çözemedim. Bu değerler belki verdiğimiz ya da veremediğimiz eğitimin sonuçları gibi algılanabilir. Çünkü bilginleri, sanatçıları, başarılı insanları hep okullar yetiştiriyor. Ama hırsızlar da uğursuzlar da uyanıklar da sonuçta öğretmenlerin elinden geçiyor. Bu nedenle, kendisi bir şeyler üretme yerine, gözünü özellikle başkalarının elindekine dikme duygusu insanın doğasında mıdır yoksa insan bu duyguyu sonradan mı kazanıyor, merak ediyorum. Acaba hayat mücadelesi dediğimiz de böyle bir şey midir? Ya da hayat hangi yolla olursa olsun, gerekirse ötekilerin üstüne basa basa bir şeyler kazanma yarışı mıdır; yoksa elinizdekileri koruma mücadelesi midir; onu da bilemiyorum.
Bizim köyde kimse kimseyi kandırmazdı. Biz de kandırmazdık. Çocuk yaşımda yine bir çocuk tarafından kandırıldığım bu ilk deneyimden sonra öğrendim ki hayatta daha acımasız ve amansız bir kör dövüşü var. Hele günümüzde öyle toplumsal hastalıklar, haksızlıklar oluyor ki bunlara isyan ve itiraz etmemek mümkün değil.
Haksız kazançla hızla yükselenlerin çoğaldığı bir toplumda insanların ahlaklı olmalarını nasıl sağlarsınız belli değil. Belki de bu yüzden, değişen ve geliştiği söylenen dünyamızda insani değerlerin ve ahlaki değerlerin gittikçe bozulduğunu görmüyor muyuz? Demek oluyor ki; değişmenin de bir bedeli var, belki de bu bedeli ödüyoruz. Demek ki önceden var olan toplumsal genlerimizi, içimizde taşıdığımız insani değerlerimizi bir bir bu yüzden kaybetmekteyiz.
Çocuk, Seni Affettim!
Bütün bu yaşananları gördükçe; bir cumhuriyet bayramında, saf karakterli bir köylü çocuğunun elindeki kağıt bayrağı alıp da ortadan kaybolan, uyanık kentli çocuğu çoktan affettim. Onu affettim etmesine de gözü hep başkalarının malında olan, hele hele yokluk içinde kıvranan garibanların hakkını yiyerek yaşayan, emek ve çaba harcamadan, kısa sürede köşe dönmek için her şeyi mübah sayan asalakları affetmek, hiç içimden gelmiyor. Siz isterseniz affedin ama ben affetmiyorum.
Belki bazılarınız; “Böyle birileri mi var da affedelim?” diyeceksiniz…
Kuzum siz başka bir gezeğende mi yaşıyorsunuz?
Eğer öyleyse tatlı uykular…