![Kız Çocuğu Okur mu?](https://www.mkoc.net/imgs/950x534x2/3.gif)
Değişen Kaderler
KIZ ÇOCUĞU OKUR MU?
Mustafa KOÇ
"Kızlarını okutmayan bir millet oğullarını manevi öksüzlüğe mahkûm etmiş demektir; (Kızlarını okutmayan) o millet (oğullarının) hüsranına ağlasın.” / Tevfik Fikret
Öğretmenliğimin ilk yıllarını Ahmetler’de geçirdim. Şimdi bunlar belki bazılarına bir masal gibi gelebilir. Ama bunlar, daha düne kadar yaşadığımız gerçekleri anlatıyor.
1964 yılları... O yıllarda köyün yolu, sokağı yok. 9 kilometreyi ancak yürüyerek aşabiliyorsunuz. Köy içinde akan bir çeşme bile yok. Oluk adı verilen ağaçtan oyma kayıklarla ve bazı yerlerde yer altına döşenmiş künklerle getirilmiş olan su da zaten akmıyor. Çünkü künklerin içini ayrıklar kapattığı için o minnacık su da artık köye kadar ulaşmıyor. Bakmayın şimdilerle evlerimizdeki musluklardan, köy arasındaki çeşmelerden şarıl şarıl akan sulara; o yıllarda içme suyu, köy deresinden, kullanma suları da kuyulardan sağlanıyor.
Evlerde elektrik yoktu. Hepimiz çıra ışığında ders çalışarak okuduk. Köyün içinde akan bir çeşme de yok; ama kış ayları bol yağışlarla geçiyor ve ırmaktaki sular sık sık taşıyordu. Irmaktan karşıya geçmek için ancak ırmağın en dar yeri olan ve Köprüayağı denen yere ağaç kalaslar atılırdı. Bu derme çatma köprüyü ise her yıl birkaç kere sel alır, acil durular için yeniden ağaçlar uzatılır, zıplayarak üstünden geçilirdi. Çünkü ırmaktan geçmek için bir köprü de yoktu.
Köyde yol yoktu, elektrik, su ve köprü de yoktu; ama okul vardı. İyi ki de vardı…
O okulu bitirip ilk defa okumak için yollara düşenler üç beş kişydi. İbrahim Özen, Abdurrahman Güzel, iki Ali Koç ve Ali Varol’la birlikte köyden ayrılıp okumaya gidebilen altı kişiydik. Ama köyden okumaya giden hiç kızımız yoktu. Zaten insanlarda, “canım kız kısmısı okur mu?” denilen bir algı vardı. Ayıp değilse bile belki de günahtır diye kızların okuması pek akla getirilmezdi. Kız kardeşlerimin okuması için uzun yıllar muhtarlık yapan babamı bile ikna edememiştim. Yıllar sonra çok büyük ısrarlarımla sadece kardeşlerimden birini okutabilmiştik.
Kızların okumasına pek meraklı olmayan rahmetli babam ise ölmeden iki yıl önce yanına oturtup şöyle demişti:
“Oğlum, sen çok haklıymışsın, ben bunu o zaman anlayamamışım. Ama şimdi görüyorum da kızları okutmak gerekiyormuş” demişti.
Bu sözü her hatırladığımda gözlerim buğulanır.
Kız ya da erkek fark etmeden daha fazla çocuğumuzu okutmamız gerektiğine inanıyordum. Kendi köyüme öğretmen olarak döndüğümde bu konuya çok önem verdim. İki yıllık öğretmenliğimde aklımda kalan en önemli şey köy çocuklarında bir okuma merakı başlatmak, bunu teşvik etmek ve onlara destek olmaktı. Ama daha da önemlisi ilk kez iki kızımızı okumaya göndermiş olmayı çok önemsiyorum.
Unutmadan söylemek gerekirse geleneksel göçebe kültürüyle bugüne gelen ve okul yüzü görmeyen insanlarımızda inanılmaz bir eğitim aşkı vardı. Kendiliğinden herkeste çocuklarının okumasını isteyen bir bilinç oluşmuştu. Kim ne derse desin ailelerdeki bu doğal eğitim merakı kabuğumuzu kırmaya ve yeni bir nesil yaratmaya yetti.
1960’lı yıllarda ülkedeki en önemli sınav yatılı öğretmen okullarına giriş sınavıydı. İki aşamada yapılan bu sınavlar, bütün ülkedeki en büyük yarışmaydı.
Aksu’da okurken Aksekili çocukların çokluğuna gıpta eder onları kıskanırdım. Çünkü okulda en çok Akseki köylerinden gelenler vardı.. O günden beri bizim köyün çocukları da okumalı diye düşünürdüm. Neden olmasın?
İşte köyüme öğretmen olmuştum ve hayat bana da bir şeyler yapma fırsatı vermişti. Köyün tek öğretmeniydim ve beş sınıfı tek başıma okutuyordum. 1, 2 ve 3. Sınıfları ve 4., 5. Sınıfları önce aynı derslikte, büyük salonda okutuyordum. Bu durum verimli olmuyordu. Daha sonra her iki devreyi iki ayrı dersliğe ayırınca işim biraz kolaylaştı. Okulda zaten sadece iki derslik ve bir müdür odası vardı. Bir guruba çalışma ödevi verirken öbür grupla ders yapar, diğer derste yer değiştirirdim.
Özellikle 5. Sınıfta okuyanlara çok önem veriyordum. Onları sınavlara hazırlamalı, birkaç çocuğun daha okumasına yol açılmalıydı. Okul programı her gün saat 15.00’te bitiyor, bütün çocuklar evlerine dağılıyordu. 5. Sınıflar ise yemeklerini yedikten sonra tekrar okula geliyor, onlarla akşama kadar ders çalışıyorduk. Okuldan sonraki yetiştirme kurslarına bütün öğrenciler katılıyordu.
“Türk bayrağının dalgalandığı her yer…”
5. Sınıfta yapılan öğretmen okulu sınavları için okulu adeta dershaneye çevirmiştim. Demek ki dershaneciliğe o zaman başlamışım. Bu kurslar için ücret olarak ne alıyordun diye aklından geçirenler olabilir. Ne ücreti, yardımcı sınav kitaplarını bile kendim alıyordum. Bugünün insanları için bu çok saçma gelebilir, ama bizim kuşak öğretmenler bu işlerden para almayı aklından bile geçirmez. Çünkü bizler, okulu bitirirken “atanmak istediğin üç ilin adını yaz” diye imzalatılan belgeye; istediğimiz ilin adını yazmak yerine “Türk bayrağının dalgalandığı her yer…” diyerek imzalayan “salak” bir kuşağız. Mesleğini kutsal bir görev gibi görecek şekilde yetiştirilen Türk öğretmenliğinin bu “salaklığı” ile bizler hala gurur duyuyoruz.
Okulda açtığım yetiştirme kurslarının çocuklarda yaptığı değişimi gördükçe onlara daha çok emek harcamaya başladım. Bu kurslara katılanların çoğu zaten çocukluk arkadaşlarımdı. Çoğuyla aramızda en çok 5-6 yaş fark vardı. Çünkü ben de okulu bitirip 6 yıl sonra 17 yaşında bir öğretmen olarak aralarına dönmüştüm. Ayrıca kurslara, 5. Sınıfta okuyanlarla birlikte bir yıl önce mezun olanları da alıyordum. O dönemde henüz bir okula gitmemiş olan mezunlardan Mehmet Arslan, (Kara) Mustafa Koç, Hasan Varol ve Mustafa Zor da aramıza katılmıştı.
Bu çalışmaların karşılığını parasız yatılı sınavlarında fazlasıyla aldık. İlk basamak sınavını Ahmetler’den 7 öğrenci kazanınca Manavgat ayağa kalktı. Belli ki kıskananlar, kuşkuyla karşılayanlar olmuştu. Sonradan duydum, beni Ahmetler’e kendi tercihiyle gönderen İlköğretim Müdürü Bekir Ünal, “Bu başarı çok normal, orada çalışkan bir öğretmen var” diyerek Ahmetler’e arka çıkmış ve herkesi susturmuş. Işıklar içinde uyusun rahmetli Bekir Ünal, Manavgat Şişeler köyüne atandığım halde Ahmetler’e gidecek öğretmen bulamayınca beni daireye çağırıp “Koç, okullar açıldı ama sizin köyde öğretmen yok, Ahmetler’e gider misin?” diyerek meslek hayatımın yönünü değiştirmişti.
İşte köydeki ilk yılımda öğrencilerimden birçoğu parasız yatılı okullara, öğretmen okuluna ve ortaokullara giderek okuma sevdasıyla yollara düşünce meslek hayatımın en büyük ödülünü almıştım.
Kız Çocuğu Okur mu?
Ama o yıl beni asıl mutlu eden başka bir ödül daha vardı:
5. sınıfı bitiren Şengül ile Fatma’yı Akseki Kız Meslek Lisesine yazdırmak için ailelerini ikna etmiştik. Çünkü insanlarda genel olarak; “Kız çocuğu okumaz” diye, yaygın ve katı bir algı vardı. Ahmetlerli kız çocuklarının ilk kez okumaya gitmesi ise işte o günkü koşullarda bizim köy için gerçekten bir devrimdi. Çünkü kadına değer veren soy aile kültürümüz için bu zor değildi ama her nasılsa insanlarımızın bilincini karartan bu toplumsal baskının da kırılması gerekiyordu. Nitekim bu iki kızın bir okula gitmesinden sonra arkası geldi. Artık içine kapanık, yoksul bir dağ köyünde kızlar da dahil gözle görülen bir okuma sevdası başlamıştı.
İşte Ahmetlerli kızların attığı o ilk adımın ne kadar değerli olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Bu iki kız çocuğu böylece hem kendi kaderlerini hem de kendilerinden sonrakilerin ve Ahmetler’in kaderini değiştirmişti. Bugün artık onların başlattığı yoldan yürüyen; öğretmenden hemşireye, hakimden avukata, mimardan mühendise, onlarca Ahmetlerli kızlarımız ve kadınlarımız var. Aldığımız yol ve geldiğimiz yer Ahmetler’e de çok yakışıyor.
Daha sonra köyümüzde bir süre çalışan Ali Varol'un da çocukları okumaya yönlendirmede katkıları olduğunu unutmamak gerekir. Elbette yıllar içinde Ahmetler'de çalışan başka öğretmenlerin de köyün ve köylülerin aydınlanmasına yaptıkları katkıları umutmamalıyız.
Ahmetler’de yeşeren okuma sevdasında az da olsa payımız ve emeğimiz varsa köyümüze ve köylümüze helal olsun!